Pek Güzel "Bilim-Kurgu" Film Önerileri

Blade Runner (1982)

Blade Runner; Ridley Scott'ın 1982 yılında Philip K. Dick'in "Do Androids Dream of Electric Sheep" adlı romanından uyarladığı ve postmodern sinemanın en önemli örneklerinden birisidir. Blade Runner edebiyat uyarlaması olmanın getirdiği alt metinlerinin sağlamlığı ve yönetmenin estetik algısıyla birleşerek bilimkurgu türünün kült filmlerinden olmayı çoktan başarmıştır. Film, 2019 yılının Los Angeles'ında geçmektedir. Baş kahraman Rick Deckard bir "Blade Runner" olarak kopyaları (replikant) bulmakta ve üzerlerinde Voight-Kampff testini uygulayarak kimliklerini ifşa etmektedir. Filmin işleyişi, insan ve kopyaların durumu üzerine yaratılan şüphe ile ilerlemektedir. "Off World" den kaçan altı kopya L.A. sokaklarına vardığında Deckard'ın görevi de başlamıştır. Deckard sırayla tüm kopyaları öldürmek, filmin deyimiyle emekliye ayırmak durumundadır. Kopyaların ise dünyaya geliş amaçları çok farklıdır. Onlar üretildikleri yer olan Tyrell şirketine gelerek kısıtlı yaşam sürelerini sorgulamak ve bu süreyi uzatmak niyetindedirler. Fütüristik tasarımı, kara film stili ve estetiğiyle birleştiren film, distopya sinemasında çok özel bir yere sahiptir.





Senaryosu Max Landis ve Josh Trank ortaklığı ile yazılan bir hikayeye dayanan ve Josh Trank’ın ilk uzun metraj çalışması olan Chronicle, sinemaseverlerin ve eleştirmenlerin övgüyle bahsettiği 2012 yapımı bir bilimkurgu filmidir. Fantastik bilimkurgu yapımların geleneksel teması içine oldukça gerçekçi bir bakışla, heyecan verici bir hayatı yerleştiren ekip, filmde süper kahraman olgusuna da bambaşka bir açıdan yaklaşmaktadır. Filmin konusuna gelince; hasta annesi ve alkolik babası ile birlikte yaşayan, kötü aile koşullarında maruz kaldığı istismar yüzünden sağlıklı bir ruh hali olmayan Andrew, onun en yakın arkadaşı olan kuzeni Matt ve onun arkadaşı Steve ile bir gün bir ev partisinde buluşurlar. Evin çevresinde bir gezinti sırasında yakınlardaki bir ormanda tesadüfen buldukları yeraltına doğru giden bir yarığın içine girdiklerinde ne olduğunu anlayamadıkları, parlak bir nesne keşfederler. Bu nesneye temasları sonucu farklı bir şeylerin olmaya başladığını anladıklarında artık iş işten geçer ve sıradan birer lise öğrencisi olan üç genç telekinetik güçlere sahip potansiyel birer tehlikeye dönüşür.




Kobo Abe’nin aynı adlı romanından uyarlanan film, fiziksel varlığımızla toplumda işgal ettiğimiz yer arasındaki bağın nasıl kurulduğuna dair bir hikaye anlatıyor. Yüzü tanınmayacak derecede yanan ve hatta korkutucu bir hal alan Okuyama, yüzünü sargılarla gizlemektedir. Bir gün psikiyatristi ona gerçek bir yüzden ayırt edilemeyecek organik bir maske yapmayı teklif eder. Bu maske onu toplumda tekrar kabul edilebilir ve “normal” bir kimse haline getirecektir. Peki maske yalnızca yüzünü mü değiştriecektir? Yoksa aslında kişiliğimiz, fiziksel varlığımızla mı şekillenecektir? Film Okuyama’nın hikayesi üzerinden bu sorulara yanıt vermeye çalışırken, bir yandan da Nagazaki saldırısında yüzünün yarısı ciddi biçimde hasar gören kızın hikayesiyle bu sorulara farklı bir bakış açısı da getirmektedir. Konusu, görselliği ve ürpertici müzikleriyle “The Face of Another”, Japon sinemasının başyapıtlarından biri olmuştur.




2011 yılında Nasa tarafından açıklanan en gerçekçi bilimkurgu filmleri sıralamasında ilk sırada yer alan Gattaca, adını reklam filmleriyle duyuran Andrew Niccol’un ilk uzun metraj filmidir. Başrollerini Ethan Hawke, Jude Law ve Uma Thurman’ın paylaştığı film, genetik mühendisliğinin devrim yaptığı yeni bir dünyada geçmektedir. Bu yeni dünyada kusursuz bebek isteyen çiftler, bebeklerinin doğumundan önce genlerine müdahale ettirebilmekte ve ileride yaşayacağı hastalıkları ortadan kaldırtabilmektedir. Ancak Vincent Freeman, bu yeni dünyanın ürünü olmayan bir insan olarak dünyaya gelmiştir. Doğumundan sonra, gen haritası çıkarılan Vincent’in ileride yaşayacağı problemler bellidir ve bu problemlerin içinde kalp hastalıkları da vardır. Tek ideali uzaya seyahat edebilmek olan Vincent için bu hastalık önündeki en büyük engeldir. Tekerlekli sandalyeye mahkum kusursuz birey olan Jerome’un kan, idrar ve saç örneklerini kullanıp yeni bir kimlikle Gattaca Uzay Birliği’nde çalışmaya başlayan Vincent, bu hilesini herkesten saklamak ve hayalini gerçekleştirmek için insanüstü bir çaba sarf edecektir.


Geoff Murphy’nin yönetmenliğini üstlendiği, başrolünde Bruno Lawrence’ın yer aldığı Yeni Zelanda yapımı The Quiet Earth, çoğu eleştirmen ve sinema listelerinde yer alan fakat yeteri kadar keşfedilememiş, kıyıda köşede kalmış bir bilimkurgu klasiğidir. Craig Herrison’un aynı adlı romanından uyarlanan filmde, bir otel odasında çırılçıplak bir şekilde uyanan Zac Hobson’un dışarı çıktığında şehirde hiç yaşayan kalmadığını görmesine tanık oluruz. Flashlight Projesi üzerine çalışan bir bilim adamı olan Zac, işyerine gittiğinde projenin tamamlandığını anlayacaktır. The Omega Man ve I Am Legend filmleriyle akraba gibi görünse de, içerisinde “yaratık”, “virüs”, “serum” gibi temalar barındırmamasıyla ve Hollywood geleneksel yapısına aykırı duran psikolojik çözümlemelerde bulunmasıyla film, türdeşlerinden ayrılmaktadır. The Quiet Earth, Yeni Zelanda Film ve Tv Ödülleri’nden “En İyi Film” dahil olmak üzere toplam 8 ödülle ayrılmıştır.



Arthur Hamilton ellili yaşlarda, eşiyle tüm iletişimini kaybetmiş, mutsuz bir bankacıdır. Hayatı için belirlenmiş tüm başarı kriterlerine ulaşmıştır ama o büyük bir suskunluğa gömülmüştür. Yaşadığı hayatı sevemeyen Arthur bu yabancılaşmanın etkisindeyken esrarengiz olaylar yaşamaya başlar. Ölen eski arkadaşı Charlie ona sürekli telefon eder ve bir adrese gitmesini söyler. Arthur sonunda onu dinler ve gizli bir şirkete ulaşır. Şirket insanların yüzü, sesi, parmak izi, kısacası tüm fiziksel özelliklerini değiştirip onlara yeni bir hayat sunmaktadır. Üstelik hiç emek vermeden zirvesinde olduğunuz yeni bir meslek, kabul görmüş saygın bir statü de yaratırlar. Toplumun tüm baskılarından kolayca sıyrılıp ikinci bir hayata yakışıklı ve genç bir ressam olarak başlamak fikrine kapılan Arthur, yeni kimliği ve anlamlarıyla mutlu olabilecek midir? Yoksa yeniden yaratılması gereken insanlar değil, hayat mıdır? Frankenheimer’den derinlikli anlamları ve zamanının ilerici çekim teknikleriyle rahatsız edici bir bilimkurgu ve psikolojik gerilim: Seconds.


Philip K. Dick’in çok sayıda başarılı sinema filmine ilham kaynağı olan “ We Can Remember It for You Wholesale “ adlı kısa romanından esinlenerek çekilen Total Recall, hatırı sayılır hayran kitlesine sahip kült yapımlardan biridir. Douglas Quaid hayatının monotonluğundan sıyrılmak için hayali yolculuklar pazarlayan Total Recall firmasından sanal bir Mars seyahati satın alır. Bu yolculukta bir şeylerin ters gittiğini, daha önce orada gerçekten bulunduğunu düşünmeye başlar. Üstelik bir ajan olarak... Gerçek ve sanal olanın iç içe geçtiği, birbirinden ayırmanın imkansız olduğu bu varlık sorunu çözümsüz bir hale bürünürken, Douglas onu ortadan kaldırmak isteyen birçok kişiyle savaşmak durumunda kalacaktır. Arkaplanına Mars’ta da hüküm süren kapitalizm öngörüsünü yerleştiren film; yaratıcı Marslı karakterleri, sürükleyici hikayesi ve zamanının ötesinde efektleri ile bilim-kurgu türüne yol gösteren yapımlardan biridir.



Gene Brewer’ın kitabından uyarlanan, Iain Softley’nin yönettiği filmin oyuncu kadrosunda Kevin Spacey, Jeff Bridges ve Mary McCormack yer almaktadır. Bir psikiyatri kliniğinde tedavi gören Prot (Kevin Spacey), K-PAX adlı bir gezegenden geldiğini ve uzaylı olduğunu iddia etmektedir. Psikiyatrist Mark Powell (Jeff Bridges), sözleriyle insanları çok etkileyen Prot’un geçmişini araştırmaya başlar ve onu tedavi etmeye çalışır. Fakat Prot, birer birer diğer hastaları da K-PAX adlı gezegenden geldiğine ve onları da oraya götüreceğine ikna etmeye başlamıştır bile… Fantastik bilim-kurgu denemelerinin önemli örneklerinden olan K-PAX, özellikle Kevin Spacey’nin muzu kabuğunu soymadan yediği sahneyle akıllara kazınmasının yanı sıra, azımsanmayacak bir hayran kitlesine sahiptir.


“Hiç unutmam, ilk öldüğümde 27 yaşındaydım.” İngiliz yönetmen John Maybury’nin yönettiği, başrollerinde Adrien Brody, Keira Knightley ve Daniel Craig’in yer aldığı filmde, Körfez Savaşı esnasında başından vurulmasına rağmen hayatta kalabilen ve bu yüzden sürekli hafıza problemleri yaşayıp çeşitli krizler geçiren Jack Starks, yarım yamalak hatırladığı son anılarının ardından kendini bir akıl hastanesine kapatılmış olarak bulur. Düşler ve gerçekler arasında gidip gelen Starks, Jackie isminde bir kızla tanıştığını ve bir geceyi beraber geçirdiklerini hatırlar. Adrien Brody’nin müthiş oyunculuğuyla birlikte kendine has bir kitlesi olan psikolojik-gerilim filmi The Jacket, reenkarnasyon, hafıza kaybı ve zamanda yolculuk temalarını farklı bir zemine oturtarak izleyiciyi ilginç bir sinema deneyimine davet ediyor.




Bölge olarak adlandırılmış bir kırsal; devlet tarafından ulaşıma kapatılmış, yasak alan ilan edilmiştir. İddiaya göre, meteor ya da başka bir şey düşen bu alanda bir takım gizemli olaylar gerçekleşmekte, hatta Bölge içinde gereğince yol alabilen bir misafir, dilediği her şeye sahip olmakla ödüllendirilmektedir. Stalker’ın görevi de bunu sağlamak; Bölge’de iz sürerek misafirleri güvenle ödüllerine kavuşacakları Oda’ya götürmektir… Tarkovsky’nin aydınlanmaya giden yolu olan Bölge’nin misafirleri, bir edebiyatçı ve bir fizikçidir. Onlar Bölge’ye uygundur, çünkü Bölge sadece umudunu tamamen tüketmişleri kabul eder. Stalker, bölgeye inancı ve adanmışlığıyla, bu yolculara kılavuzluk edecektir. Film Tarkovsky’e iki kalp krizine mal olmuştur belki ama sinema tarihine bir opus magnum kazandırmış, felsefe tarihine ise problemlerin altını çizmenin, estetikten yoksun felsefe kitaplarından başka yerlerde de yapılabildiğini kanıtlamıştır.

Yorumlar