Pek Güzel "Müzikal" Film Önerileri

Müzikaller görsel sanatın geçmişten beri en çok kullandığı ifade biçimlerinden olmuştur. Eski Yunan tragedyalarından, tiyatrolara, sokak sanatlarına, operalara birçok alanda müzikaller önemli yer tutmuştur. Bende sizler için izlediğim ve beğendiğim müzikal filmlerden oluşan bir film öneri listesi hazırladım, umarım filmleri seyreder ve seversiniz. 

Filmlerin isimlerine tıklayarak filmlerin imdb profillerine ulaşabilirsiniz. Listeyi beğendiyseniz paylaşırsanız ve katkıda bulunursanız sevinirim.

Singin’ in the Rain (1952)


Gene Kelly, Donald O’Connor ve Debbie Reynolds’lu kadrosuyla tüm zamanların en çok sevilen müzikallerinden olan Singin’ in the Rain, sessiz filmlere alışmış olan Hollywood dünyasının sesli film teknolojisiyle buluştuğu 20’li yılların sonlarında geçiyor. O dönemde ünlü bir oyuncu olan Don Lockwood, sesli filmlere de çabucak uyum sağlamasını garantileyen başarılı bir sese sahiptir. Ancak hiç de hoş bir sese sahip olmayan oyuncu partneri Lina, çektikleri yeni filmi bir fiyaskoya dönüştürür. Dostu Cosmo ile bu işe bir çözüm arayan Don, Lina’nın sahnelerini yeni tanıştığı ve aşık olduğu Kathy’nin seslendirmesine karar verir. Bu arada Don ile sahnede canlandırdıkları aşkı gerçek sanmakta ısrar eden Lina işlerin olduğundan da karmaşık bir hale gelmesine sebep olur. Hikayeden kısmen bağımsız olarak sergilenen dans gösterileriyle ve hep yüzü gülen karakterlerinin yarattığı komedi ile oldukça eğlenceli, adeta doğaçlama bir müzikale dönüşen Singin’ in the Rain, “Good Morning”, “Moses Supposes”, “Singin’ in the Rain” gibi efsane şarkıları ve step dansın bolca kullanıldığı şovları ile film tarihinin unutulmazlarından.




Müzik tarihine damgasını vurmuş efsanevi müzisyen Ray Charles’ın yaşamı ve kariyerine odaklanan film, yönetmen koltuğunda Taylor Hackford, başrollerinde ise Jamie Foxx, Regina King ve Kerry Washington’ın güçlü performanslarına ev sahipliği yapıyor. Farklı kategorilerde onlarca ödül kazanan filmde ünlü müzisyeni canlandıran Jamie Foxx’un kusursuz performansı Akademi tarafından bir ödülle taçlandırılmıştır. Müzik üzerine yapılmış en başarılı örneklerden biri olarak kabul edilen yapıtta Ray Charles’ın kardeşinin ölümüne tanık oluşunun üzerine görme duyusunu yitirişi ve sonrasında piyano sayesinde bir anlamda yeniden hayata dönüşüne ve tarihin en önemli müzisyenlerden birinin doğumuna tanık oluyoruz.




Yaşadıkları romantik yaz aşkının ardından Danny ve Sandy ayrılmak zorundadırlar. Fakat Sandy planlandığı gibi Avustralya’ya geri dönmek yerine California’da kalır ve şans eseri Danny’nin okuluna yazılır. Danny okulun deri ceketli kötü çocukları olan T-Birds grubunun başındadır. Sandy ise kendilerine Pink Ladies diyen bir grupla takılmaya başlar. Danny okulda ortaya koyduğu sert çocuk imajını bozmamak için başlarda Sandy’ye karşı mesafeli durur. Farklılıklarından dolayı sürekli kavga edip barışsalar da zamanla aşkları onları birbirine yaklaştıracaktır. John Travolta ile Olivia Newton-John’u başrollerinde gördüğümüz Grease, unutulmaz dansları (John Travolta!) ve müzikleriyle Amerikan high school klişesini en hoş şekilde anlatan yapımlardan biridir ve 1971 tarihli ünlü Grease müzikalinden uyarlanmıştır.




Jonathan Larson’ın postmodern La Boheme övgüsü, büyük Broadway hasılatı, Tony ve Pulitzer ödüllerinden sonra filme çekilip müzikal başyapıtlardan biri haline geldi. Chris Columbus versiyonunda izlediğimiz sekiz arkadaş 1989 senesinin yılbaşı gecesinde bir araya gelir. Ödeyemedikleri ev kiraları, uyuşturucu bağımlılıkları, HIV virüsleri ya da sadakatsiz sevgilileri vardır. Buna rağmen hayatlarını sanata ve bohem yaşama bir övgü olarak yaşarlar. New York’un underground sanatçılarını gören herhangi bir izleyici artık seksüel tercihlere, bağımlılıklara ya da ötekileştirdiklerine aynı gözle bakamaz. Artık herkes “biz”dir, herkes yaratıcı, herkes özgürlüğüne düşkündür. Rent ise bu topluluğun insanlarına ve ölülerine bir saygı duruşudur. Çünkü eğer uçlarda yaşamıyorsak, çok fazla yer kaplıyoruz demektir.




Gaston Leroux’nun 1910’da yazdığı romandan, daha önce birçok kez müzikal ve film olarak uyarlanmış olan The Phantom of the Opera, Paris opera binasını mesken tutmuş olan ve orada çalışan herkesin içine korku salan opera hayaleti ile öğrencisi genç soprano arasındaki destansı bağı ve hayaletin bu aşık olduğu öğrencisi için verdiği savaşı anlatıyor. Eserin 2004 tarihli bu son film versiyonu aslen Andrew Lloyd Webber’in 1986’da yazdığı müzikalden uyarlanmıştır. Gerard Butler ve Emmy Rossum’u başrollerde gördüğümüz yapım, Rossum’un gençliğine rağmen sergilediği başarılı performansla ve büyüleyici müzikleriyle izlenmeye değerdir.




Daha çok bilinen adıyla ‘The Legend of 1900’, şiirsel ve müzikal güzellikler barındıran, Tim Roth’un muhteşem performansıyla akıllara kazınan görkemli bir Giuseppe Tornatore filmi. Tüm hayatını bir gemide geçiren, 1900 adında, yetim ve vatansız bir piyanistin hikayesi. Virginian adlı bu transatlantik gemide çalışan üvey babası Danny tarafından bir limon sepetinin içinde bulunur. Adı dahi bilinmez, 1900 yılında bulunduğu için bu ad verilir. Zaman geçtikçe müzik yeteneğinin farkına varır ve çoğu kişinin hiç görmediği, dinlemediği bir efsane haline gelir. Müzik dehası o kadar güçlüdür ki, jazz’ı bulan kişi olarak anılan Jelly Roll Morton’la mükemmel bir düello gerçekleştirir. Tek arkadaşı anlatıcı Max Tooney’in de dediği gibi, bir doğum günü, ailesi, kenti yoktur. Onun ülkesi bu gemidir. Peki, güzel bir kadının ya da karanın çekiciliği, onu bu gemiden indirebilecek midir?




Sıkı bir Joy Division fanı olan yönetmen Anton Corbijn tarafından çekilen filmde, müzik tarihinin en önemli gruplarından Joy Division’ın dünyaca meşhur vokalisti Ian Curtis’in müzikle tanışmasından intihar ettiği ana kadar geçirdiği süreç anlatılır. Ülkemizde 2007 yılı Filmekimi’nde gösterilen siyah-beyaz film, kurulan kusursuz atmosfer ve Ian Curtis’i canlandıran aktör Sam Riley’in üstün performansıyla görülmeye değerdir. Grubun ve Ian Curtis’in depresif yanını siyah-beyaz çekimleriyle vurgulayan film, önemli festivallerde birçok ödüle layık görülmüştür.




Lars von Trier’in ABD, Almanya ve Hollanda ortak yapımı 2000 Cannes Film Festivali “Altın Palmiye” ödüllü sıradışı filmi. Hikâyeye göre Selma Jezkova (Björk) 10 yaşındaki oğlu Gene ile birer Çek göçmeni olarak bir karavanda yaşamaktadırlar. Bir fabrikada çalışmakta olan Selma kalıtsal bir hastalık nedeniyle görme yetisini yavaş yavaş kaybetmektedir. En büyük amacı gerekli parayı biriktirip oğlunu ameliyat ettirerek aynı akibete uğramasına engel olmaktır. Bu arada akşamları arkadaşı Kathy ile ‘The Sound of Music’ müzikalinin amatör bir sahnelemesi için prova yapmaktadırlar. Ne var ki olaylar onun istediği biçimde gelişmeyecektir. Filmin başrol oyuncusu İzlandalı müzisyen Björk unutulmaz bir performans sergilemiştir.




Keman, yaylı sazların en narinidir. Doğru ellerdeyken ruhunuzu okşar. Çalarken aranızda tam anlamıyla bir bağ oluşmak zorundadır, sizi istemezse ondan tek bir nota bile çıkaramazsınız. Bu zarif enstrümanın da kendi olabileceğini düşünmüş müydünüz? Hem de kırmızı renkte? Yönetmenliğini François Girard’ın yaptığı “Kırmızı Keman”, bize nadir bulunan kırmızı renkteki kemanın zaman içindeki yolculuğunu ve hayatlarına girdiği insanları nasıl etkilediğini anlatan gizemli bir dram örneği.




Yönetmenliğini Scott Hicks’in yaptığı 1996 Avustralya yapımı film, ünlü piyanist David Helfgott’un dram dolu yaşamını anlatmaktadır. Filmin başrolünde David Helfgott’ı canlandıran Geoffrey Rush, En İyi Erkek Oyuncu Oscar Ödülü, En İyi Erkek Oyuncu BAFTA Ödülü ve En İyi Erkek Oyuncu Altın Küre Ödülü kazanmıştır. Film oyuncularıyla birlikte müzikleriyle de izleyicileri büyülemeyi başarmıştır. Filmin bir sahnesinde Avustralya vatandaşı olan ve Oscar ödüllü aktris Nicole Kidman da kısa süreli olarak görülmektedir.

.

Yorumlar