Pek Güzel "Ödüllü Festival" Film Önerileri

Uluslararası film festivallerinde ödüller kazanmış ve başarısını kanıtlamış birbirinden güzel film önerileri. Usta yönetmenlerin bu önemli başarılarla dolu filmlerini mutlaka izlemelisiniz. Filmlerin IMDB bilgisi için isimlerine tıklayabilirsiniz.





Tayvanlı usta yönetmen Ang Lee’nin yönetmenliğini yaptığı “Kaplan ve Ejderha”, sinema dünyasında kendine rahatça yer edinmiş başarılı bir karate filmi. Başkarakterlerimiz ise Yun-Fat Chow’ın harika bir performansla can verdiği efsanevi savaşçı Li Mu Bai ve Michelle Yeoh’un başarıyla canlandırdığı güzel bir kadın dövüşçü olan Yu Shu Lien. Li Mu Bai, Lien’e tarihi açıdan çok değerli olan Green Destiny adlı kılıcı emanet edip Pekin’deki bir ustaya hediye olarak götürmesini isteyince, filme konu olan maceramız da başlamış oluyor. Bu macerada, başarılı koreografilerle donatılmış karate sahnelerinin yanında aşk da fazlasıyla mevcut. Uzakdoğu kültürünün başarıyla yansıtıldığı film, En İyi Yabancı Film dahil olmak üzere 4 tane Oscar’a sahip. Koreografileri ve sinematografisi ile ön plana çıkan “Kaplan ve Ejderha”yı hayranlıkla izleyeceksiniz; hele de Uzakdoğu sinemasıyla az da olsa ilgiliyseniz.



Tartışmalı bir kararla 69. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” ödülüne layık görülen Pieta’nın yönetmenlik koltuğunda Güney Kore’li yönetmen Kim Ki-Duk otururken, başrollerinde Jung-jin Lee, Min-soo Jo ve Eunjin Kang yer almaktadır. Tefeciler adına çalışan, son derece acımasız bir adam olan Gang-Do borcunu ödeyemeyen insanlara şiddet uygulamaktadır. Karşısına bir gün annesi olduğunu iddia eden bir kadın çıkınca Gang-Do önce buna şiddetle direnir fakat artık kaybedecek bir şeyi olduğunun farkına varmaya başlar. Ülkemizde 11. Filmekimi kapsamında gösterilen ve daha çok Chan wook-Park filmlerinin sarsıcı ve acımasız intikam filmleri düzleminde yer alan film, yeşilimsi renk paletinin yarattığı atmosferle ve başrol oyuncusunun güçlü fiziği ve oyunculuğuyla öne çıkmaktadır. İzleyicileri ve eleştirmenleri ikiye bölen Pieta, kimileri için Kim Ki-Duk sinemasında zorlama bir adım olarak değerlendirilirken, kimileri içinse Kim Ki-Duk’un sinemaya güçlü bir geri dönüşü olarak görülmektedir.


Usta yönetmen Michael Haneke’nin Cannes Film Festivali’nden “Altın Palmiye” ile dönen son filmi Amour’un başrollerinde Jean Louis – Trintignant ve Emmanuelle Riva yer almaktadır. Ülkemizde 11. Filmekimi kapsamında gösterilen film, yaşlı bir çift olan George ve Anne’i “aşk”, “sevgi,” ölüm” ve “yaşlılık” temaları üzerinden merkeze alıyor. Anne, bir gün yaşlılığın etkisiyle hastalanmaya başlar. Ağır ağır ölüme giden bu yolda George, en büyük dayanağı olan “aşk”la Anne’e bakmaya başlayacaktır. “Çocukken bir gün herkesin öleceğini duyduğumda dehşete düşmüştüm.” diyen Haneke’nin bu hissi, “yaşlılık” dönemi olarak adlandıracağımız sinemasında yüksek dozda bir duygusal-drama vadediyor. Jean Louis – Trintignant ve Emmanuelle Riva’nın kusursuz oyunculukları ise kuşkusuz “Amour”un etkisini onlarca kat yükselten en büyük etken.



1983 yılında Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye’yi kazanan ve orijinal adı Narayama-bushi kô olan film, Shichirô Fukazawa’nın 1956 yılında yayımlanmış aynı adlı romanından uyarlanarak çekilmiştir. Aynı zamanda 1958 yılında Japon kadın yönetmen Keisuke Kinoshita'nın aynı adlı filminin yeniden çevrimidir. Hikaye Narayama’nın eteklerinde yer alan ve kıtlık sebebiyle oldukça sert toplumsal kurallar geliştirmiş kurgusal bir köyde geçmektedir. Bu köyün geleneklerine göre 70 yaşına gelen herkes, gençlerin yaşama şansını arttırmak için Narayama’ya götürülür ve orada ölüme terk edilir. 69 yaşındaki Orin adlı kadın, bu geleneği kutsal bir biçimde benimsemiş ve sağlıklı olduğu için utanan biridir ve oğlu Tatsuhei ve çocuklarıyla yaşamaktadır. The Ballad of Narayama temelde Orin’in Narayama’ya gidişine hazırlanışını anlatırken aynı zamanda kıtlığın getirdiği acımasızlık, erkek bebeklerin ölüme terk edilişi, kız bebeklerin satılması, yiyecek hırsızlarının linç edilişi ve kuralsız cinsellik gibi öğelerle oldukça çarpıcı bir Japon filmi.



Festivallerin sevdiği isimlerden Yunan Costa Gavras, 40. Berlin Film Festivali’nden “Altın Ayı” ile döndüğü bu filminde John Demjanjuk’un yaşamından ve Joe Eszterhas’ın yazdıklarından esinlenerek, Amerika’da eski bir Nazi ajanı olmakla suçlanan Macaristan’dan göç etmiş bir adamın hikayesini anlatıyor. Jessica Lange’ın, babasını savunan avukat rolünde üstün bir performans gösterdiği filmin çekimleri Chicago ve Budapeşte’de gerçekleştirilmiştir. Costa Gavras’ın 84 yapımı bu filmi, savaşın acısını, kötülüğünü, sıradanlığını ve hissizleşmeyi göstermesinin yanında, Amerikan hukuk sistemine yönelttiği eleştirilerle de ayrı bir yerde durmaktadır.






Facebook’un kuruluş hikayesini ele alan filmin yönetmenlik koltuğunda David Fincher otururken, Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’i ise parmak ısırtan performansıyla Jesse Eisenberg canlandırmaktadır. Harvard’da okuyan matematik dehası Mark’ın, kız arkadaşı tarafından terkedilince tüm dünyayı etkisi altına alacak bir “Sosyal Ağ” oluşturmasını Aaron Sorkin’in yazdığı güçlü diyaloglarla bezeli senaryo ve Jeff Cronenweth’in görüntüleriyle Trent Reznor’ın müziklerini mükemmel bir uyum içerisinde birleştiren yenilikçi bir kurgu eşliğinde anlatan Fincher, 2010 yılının en önemli filmlerinden birine imza atmasının karşılığını çeşitli dünya festivallerinden toplamda 102 ödül kazanarak almıştır.



Hiç “Raging Bull”un neden ”En İyi Film” Oscar ödülünü alamadığını merak ettiniz mi? Size verilecek cevap; Ordinary People filmi yüzünden olacaktır. Robert Redford bu ilk yönetmenlik deneyiminde, bir deniz kazasında yitirdikleri oğullarının hayaletinin üzerine çöktüğü bir ailenin dramını ele alıyor. Hayatta kalan oğluna mesafeli bir anne, kazadan kendisini sorumlu tutan bir genç, ona tekrardan hayatın hala yaşanmaya değer olduğunu hatırlatmaya çabalayan bir psikiyatr ve karısı ile oğlu arasındaki gerilim içinde sıkışmış bir adam. “En İyi Film” ve “En İyi Yönetmen” dahil dört Oscar ödüllü “Ordinary People” bize geçmişle hesaplaşan aile bireylerinin, pamuk ipliğine bağlı ilişkilerinin psikolojik bir tahlilini sunuyor. Oyuncuların abartılı performanslar sergilemeden, hikayeyi daha inanılır kıldığı filmde, Robert Redford tüm acemiliğine rağmen göze hoş gelen bir yönetmenlik performansı ortaya koyuyor.



Bestseller olmuş aşk romanlarını başarılı bir şekilde sinemaya uyarlamakla ünlenen yönetmen Joe Wright’un yönettiği, Türkçe’ye “Kefaret” olarak çevrilen filmin başrollerinde James Mcavoy, Keira Knightley ve Saoirse Ronan yer almaktadır. Ian McEwan’ın çok satan kitabından uyarlanan filmde, 1935 yılında sıcak bir yaz günü ablası Cecilia’nın soyunup havuza girdiğini ve Cecilia’nın çocukluk arkadaşı Robbie Turner’ın da orada olduğunu gören 13 yaşındaki Briony Tallis’in kafasında kurduğu hayalgücü, üçünün de yaşamlarını sonuna kadar etkileyecek ve Briony bu kefareti ödeyebilmek için hayatının sonuna kadar çabalayacaktır. Keira Knightley’nin giydiği “yeşil elbise”yle artık özdeşleşen film, müzikle görüntünün harikulade uyumuyla, akıllardan çıkmayacak daktilo sesleriyle, sanat yönetimi ve kostüm tasarımının başarısıyla ve sinema tarihine geçen, savaş esnasındaki 5 dakikalık tek plan sekansıyla büyük bir başarıya imza atmış, BAFTA ve Altın Küre Ödülleri’nden “En İyi Film” ödülüyle dönmüştür.



Amerikan sinemasının şüphesiz en esrarengiz yönetmenlerinden biri olan Terrence Malick’in ilk filmi olan Badlands, Hollywood’un tipik yol filmi kalıplarını tam tersi istikamete çeviren ve sıradan bir beklenti karşısında şok edici bir etki yaratabilen bir başyapıt. Cinayet gibi ciddi bir olguyu oynadıkları bir oyuna çeviren, toplumdan dışlanmış -hatta başka bir deyişle toplumdan kendilerini dışlamış- iki anti-karakterin kaçış yolculuğunu anlatan film, bütün bu karmaşaya karşı enfes bir kontrast oluşturan pastoral görselliğiyle Malick’in daha ilk filmiyle kazandığı ‘usta yönetmen’ sıfatının kanıtı niteliğinde. Malick’in hiçbir bilindik gerilim unsurunu kullanmadan yarattığı gerilim ise eşi benzeri olmayan türden. Oscar alması pek uzun sürmeyecek olan Sissy Spacek’i de güzelce görücüye çıkaran Badlands hiç şüphe yok ki Amerikan bağımsız sinemasının en kendine özgü örneklerinden biri.



Filmin çekildiği 1990 senesine kadar yalnızca gözde bir aktör olmakla yetinen Kevin Costner’ın bir yönetmen olarak da dikkat çekmesini sağlayan Dances with Wolves, Kuzey Amerikan toplumunun genelde samimiyetsiz yansıyan içsel hesaplaşmasının iticiliğini aşmayı başararak etkileyici bir başucu filmi olmayı başarıyor. Film, Amerikan İç Savaşı’ndaki başarılarıyla tanınan Teğmen Dunbar’ın terk edilmiş bir batı sınır karakoluna atanması ve orada yaşadığı değişim üzerinden ırkçılığı ve tarihsel geçmişi lanetleyerek etik bir politik duruş sergiliyor. Üç saati aşkın süresi boyunca Amerikan sinemasının gizli ve yer etmiş ırkçılığına hiç bulaşmadan seyircisini avucuna almayı başaran Dances with Wolves, Kızıldereli toplumunun damarlarında gezinerek oldukça gerçekçi ve dokunaklı bir portre çiziyor. 1991 yılında Kevin Costner’a En İyi Film ve En İyi Yönetmen Oscar’larını getiren film, bu ödülü kazandığı başka bir dal olan senaryo alanında da uzun metnine rağmen hiç aksamıyor.

.

Yorumlar